Saraybosna

Mostar’dan yaptığım 2 saatlik tren yolculuğu sonunda Saraybosna’ya vardım. Mostar’dan Saraybosna’ya giden otobüsler de varmış; ama trenle yaptığım yolculukta manzaralar baya iyiydi. Tek dezavantajı sabah ve akşam tek sefer olması (o da erken kalkmayı sevmiyorsanız). Sabah treni 06:20’de kalkıyor. Sabahın köründe kalkmış sessizce hostelden ayrılıyordum ki, tren istasyonuna tek gidenin ben olmadığımı görünce bir grup kız toplanıp gittik.

Yolculuğum huzurlu ve sakindi. Saraybosna Tren İstasyonu’na vardığımda, istasyona vuran güneş o kadar göz alıcıydı ki, içeride biraz zaman geçirmek istedim. Bambu sandalyeli cafeye oturup istasyonun içine uzay ışığı efektiyle yayılmış ve bir kısmı da yüzüme vuran güneşe huzurumu sığdırıp kahvemi içtim. Seyahatte keskin “yapılacak listelerini ve planlarını” bundan sevmiyorum sanırım, böyle spontane anları canım istedikçe uzatmak hoşuna gidiyor. Belli saatte belli yerden kalkmak zorunda olan otobüsler, arabalar o yüzden ilgimi çekmiyor belki de. Günlük hayatın koşturmacasında zaten kaç güneş doğumu, kaç güneş batımı kaçırıyoruz, üstüne nefes almak için kendimizle kaldığımız gezimizde de anı kaçırmak pek hoş olmuyor.

İstasyona ve güneş ışığına doyunca tramvayla Güvercin Meydanı’na gittim. Kalacağım yer oraya yakındı. Bulmam çok zor olmadı, hemen meydanın arkasında ana cadde üzerindeydi.

Kaldığım yere vardığımda başörtülü bir Türk kız, odada kalan diğer Türk çocuğu başörtüsü kafasında yokken müsaade istemeden odaya girdiği için azarlıyordu, çocuk utana sıkıla odadan çıktı; henüz bunu idrak edememişken, ortak alana girince budist bir keşişin pür dikkat masaya yaydığı bileklikleri mumla yaktığını gördüm. Başörtülü kız neden buradaydı? Peki bu keşiş nereden çıkmıştı? Kendimi anlamsız bir rüyanın içinde gibi hissettim, birbirinden bağımsız bir olay biter, öbürü başlar ya hani öyle. Birine anlattığınızda da yüksek ihtimalle “üstün açık kalmış canım” der. Gerçi insanlara aklınızdan geçenleri söylerseniz de “canım üstün açık kalmış” diyebilirler ya da deliymişsiniz gibi bakabilirler. O yüzden normal olmak adına susmak iyidir bazen. Düşüncelerinizle kendinizi eğlendirebiliyorsanız ne ala. Aman onlar da eğlenmesin köpekler. (yazar neden coştu, kendi de anlamadı) Bu sürreal ortamda kendi rolümü bulamayınca, duşumu alıp kendimi dışarı attım.

Güvercin Meydanı’nda kaldığım için gezilecek yerler baya yakındı. Hemen Bakırcılar Çarşısı ve yakınındaki yerleri şöyle bir turladım. Sonra iyi böreğin kokusunu alıp Buregdzınıca Bosna’ya oturup ilk böreğimi yedim.

Buraya ikinci günümde ikinci kez gittiğimde, çevremde oturan herkesin Türk olduğunu fark ettim. Çünkü biz Türkler iyi böreğin kokusunu 500m öteden alırız. 😄 Herkes benim İngilizce konuştuğum kızlarla Türkçe konuşuyordu. Bu duruma içerledim. Kızdan hesabı kırık Türkçemle istediysem de öbür kız gelip benimle yine İngilizce konuştu. Hayır, bunu yapan sadece ben değilim, değil mi? Yabancı biri Türkçe konuşuyorsa Türkçemi onun seviyesine indiriyorum. Aksanlı falan konuştuğum da olmuştur, sanırım yabancı birinin Türkçe konuşmasına alışık olmadığımızdan (tek olmadığımı varsayıyorum) oluyor. Daha hiçbir İngiliz ya da Amerikalının benimle konuşurken böyle bir şey yaptığını görmedim😄 O zor anlaşılan aksanlarıyla Avustralyalılar bile hiç aldırmadan hızlı hızlı konuşurlar.

Yemeklerden konu açılmışken, sanırım Bosna Hersek’te yapılacak şeylerden biri de “cevabi” yemek. Instagram’dan yazan birinin tavsiyesiyle Ćevabdžinica Željo’ya gittim. (Okuyorsan teşekkürler!😊) Gayet lezzetliydi.

İkinci günümde odama motosiklet kaskıyla bir Alman kız geldi. Kızın elindeki kaskı görünce “motosiklet mi geziyorsun?” dedim gözlerim parlayarak, hemen tüm ayrıntıları sordum. Motorunu göstermesini isteyince beni kırmadı, ben de ona ehliyetim olduğunu ama kullanmadığımı sadece scooter kullandığımı ama motosikletle gezmek istediğimi anlattım. “O da istersen yapabilirsin” dedi. Tıpkı benim başkalarına söylediğim gibi. Onun da ilk uzun yolculuğuymuş. 5 hafta Almanya’dan Yunanistan’a gidiş, 5 hafta da dönüş yolu. Peki nasıl diye sorunca; “bazen nefret ediyorum, bazen çok seviyorum” dedi. Çünkü motosiklet bir aşktı. Anladım. Gülümsedim.

Kızın çamurlu pantolonlarını çıkarıp, duştan sonra giydiği elbisesiyle görünce daha da hoşuma gitti. Bir kadının değişimini izlemek hep hoşuma gitmiştir.

Sanırım makyaj yapan birini ilk izlediğimdeki (ki bu anıyı çok net hatırlıyorum) duygulara yakın şeyler hissediyorum. Makyaj yaparken izlediğim ilk kadın kuşkusuz annemdi; ama annemde büyük değişim olmadığı için ilk şaşkınlığım da annemle olmadı. Benim annem sadece gözlerini vurgulasın diye ela gözlerine yakın bir kalem sürer, bir de doğal renkli bir ruj. Çocukken yan komşumuz Gizem’in annesi kıpkırmızı rujunu dudağına sonra da yanağına allık olarak sürdüğünü görünce; o kadar etkilenmiştim ki bulduğum ilk rujla bunu denediğimi hatırlıyorum. Tabi sonuç başarılı olmamıştı ben yapınca.

Saraybosna’da da ikinci gün yürüme turlarına katılarak geçirdim; ama yarısında dayanamayıp turu yarım bıraktım. Çok fazla kitap bilgisi paylaşınca dinleyemiyorum ben. Saraybosna olunca da “savaş, savaş, savaş” dinleyeceksiniz. Şehirde bir tane sırf bu konseptli hostel bile var. İçerde deneyimi yaşayabilin diye elektrik, sıcak su falan yokmuş. İlginç bir deneyim olabilir. Saraybosna’da en popüler hediyelik eşyalar kurşundan yapılmış anahtarlıklar, magnetler ve diğer savaş konseptli eşyalar.

Saraybosna’da gezerken ezan duymak da güzeldi. Ezan sevmek için dindar olmak gerekmiyor bence, sabah ezanını, sade insan sesiyle uyanıksam dinlemeyi pek severim.

Saraybosna’da gidip sevdiğim bir de kahve dükkanı var, hikayesi olan şirin bir yer. Eskiden ayakkabıcıymış sonra babalarından kalan dükkanı kahveci yapmışlar: Andar Cafe.

Instagram: @yoldangecerken
Facebook: https://www.facebook.com/yoldangecerken/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir